Kaybederek kazandım…

Kıvanç Ergun
8 min readAug 27, 2022

Geçen hafta bu zamanlarda; yani Cmt 18:00 itibariyle Runfire’da koşarken geçirdiğim saat sayısı 24'e ulaşmış, yani Tuz Gölü’nün üzerinde tam 1 gün geçirmiş, 3 tane 40 km koşmuş, 4.’ye çıkmaya hazırlanıyordum. Ne maceraydı ama…

Böylesine keyifle başladı koşu. Tuza da çıksam tütüm ve peruğumdan ödün veremezdim, değil mi? Fotoğraftaki tütünün ve peruğun sponsoru Pınar Özeren’e sevgiler…

Üstteki fotoğrafta solumda görülen ve 2020 yılında yine birlikte 100 mil koştuğum Özden ile başladık koşmaya ve 4 km kadar sonra ayrıldık. Uçtu, gitti Özden. Geçen sefer neredeyse baştan sona birlikteydik ve böylesine uzun koşularda yanınızda biriyle koşmak çok ama çok önemli. Bunu bildiğim içinde 2 yıldır kafamda dönüp, duran tek şey vardı; “Acaba 2020'de yalnız başıma koşsam, bitirebilir miydim?” Bu sene bunu deneyimleme şansı verdi bana Özden, sanırım kendine de…

Bu CP’nin dili olsa da konuşsa keşke. Özellikle 4. turumda yaşadıklarımızı anlatsa :)) Mavi t-shirt’lü arkadaş Serdar. Birazdan bahsedeceğim kendisinden. Pek severim :)

Akşam üzeri başlayan yarışta, kendimi harika bir gün batımının ardından usul usul başlayıp, çılgına dönen rüzgara bırakarak ilerlemeye çalıştım gece boyunca. O kadar çok uğultu vardı ki müzik dinlemek neredeyse imkansızdı. Birbirine karışan iki ses ekstra yorgunluktan başka bir şey sağlamıyordu bana. Kestim müziği.

Beni tanıyan pek çok kişinin bildiği üzere, yıllardır Adım Adım ile birlikte koşarak gönlüme dokunan bir STK’nın projesi için farkındalık yaratıp, bağış topluyorum. Bu sefer de amacım bağış toplamaktı ama evdeki hesap çarşıya uymadı ve sadece farkındalık kampanyası ile ilerlemeye karar verdim. Daha önce yine Runfire’da 80 km ve 100 mil koşarken yapmış olduğum gibi belirli km’lerde SMA hastalığından ve SMA Derneği’nin gerçekleştirdiği çalışmalardan bahsederek kendi çevremdeki farkındalık ve bilinirliği artırmaya çalışacaktım. Yapamadım. İlk 2 turdaki fırtına, sonraki turdaki keskin güneş ışığı ve rüzgar ses kaydı yapmama, sosyal medyada bir şeyler paylaşmama engel oldu. Hiç sorun değil, önümde daha pek çok yarış var. Eylül başında Kyzikos Ultra (45 km) , Ekim başında Eker I Run (42 km), Kasım başında da İstanbul Maratonu’nda (15 km) yine SMA için atacağım adımlarımı. Neden SMA’yı seçtiğimden de bahsetmek isterim; son yıllarda çok fazla karşımıza çıkıyor SMA hastalığı ve her birimiz yakınımızdaki ihtiyaç sahiplerine yetişmeye çalışıyoruz ancak bu, sürdürülebilirliği olan bir durum değil. Herkese yetişemez, savunuculuk yapılarak konu özelinde bir politika üretilmesine aracılık edemezsek de her zaman aynı çemberin içinde dönüp, durabiliriz. Alanda çalışan kurumlar ve faydalanıcı grup ile el ele vererek onlara nasıl destek olabileceğimizi öğrenip, ilk adımı atarak hep birlikte çıkabiliriz çemberden. Bu paragraf aynı zamanda “Nereye bağış yapalım?” diyenlere de gelsin; Runfire’da toplamadım ama Eker I Run ve İstanbul Maratonu’nda SMA Derneği adına açacağım kampanyalarımı. Bağışlarınızı kenara ayırabilirseniz sevinirim.

Ultra da koşarım bale de yaparım.

Tekrar yarışa dönecek olursak… Aylardır kendini saklayan, antrenmanlarda ses etmeyen kalçamdaki ağrı 2. turun sonlarına doğru tekrardan beliriverdi. Neyse ki ana kamp alanına dönmeme az kalmıştı. Kampa varır varmaz Clinic Athletic ekibi harika bir masajla ağrımı dindiriverdi. O sırada bir baktım ki ana kamptaki dinlenmem yarım saati geçmiş. Bir yandan endişelenirken bir yandan da çok güzel dinlendiğimi fark ettim. Endişelendim çünkü ben zaten yavaş koşan biriyim ve genelde vakit kaybetmemek CP’lere şöyle bir uğrar, çıkarım. 3. tura başladığımda yol boyunca kaybettiğim bu zaman vardı aklımda ancak bir yandan da ne kadar iyi geldiğini düşünüp duruyordum. Sonraki turlarda da ara CP’de 15 dk, ana kamp alanında 30 dk dinlendim hep. İyi geliyordu işte. İyi geliyordu da “Bakalım cut-off’u yakalayacak mıyım?” sorusu da çıkmıyordu bir türlü aklımdan.

3. turumu güneşin alabildiğine hakim olduğu, beyaza yansıyarak etkisini artırdığı saatlerde, ufkun yerle birleştiği o sonsuz beyazlığın içinde koşarken yalnızlık yavaş yavaş kapımı çalmaya başlamıştı. Müzik de dinleyemeyince çok canım sıkılmış, biriyle iki çift laf etmeye hasret kalmıştım. İçimdeki sıkıntı öyle bir arttı ki 3. turun sonunda ana kamp alanına yaklaşırken aklımdaki tek düşünce bırakmaktı. Kalçamdaki ağrı sona ermişti, enerjim yerindeydi ama sıkılmıştım. Yalnızlıktan… Bir de sanmıştım ki herkes çoktaaan 4. tura çıktı ve bir ben kaldım geride. “Bırakacağım” diyordum da başka bir şey demiyordum. Kendileri fiziken orada olamasalar da tıpkı 2020'de olduğu gibi sanal olarak bana destek veren canım arkadaşlarım yine imdadıma yetiştiler ve kimi sakinleştirmeye, kimi de sadece sıkıldığım için bırakırsam sonra üzülebileceğimi söyleyerek, bu kadar ağır bir antrenmanın ardından kendime gerçekten bunu yapmak isteyip, istemediğimi sorgulattı bana. Elbette istemiyordum bırakmayı ama Tuz Gölü’ne olan aşkım bile içimdeki sıkıntıya engel olamıyordu tüm bunlar gerçekleşirken.

“Tamam.” dedim sonra, “Erken karar vermeyeyim, hele bir gideyim kamp alanına. Yine dinleneyim yarım saat ve sonra da bakayım duruma.” İyi ki de böyle demişim :)) Aslında niyetim yoldan Uzunetap’ı arayıp, “Ben bırakıyorum.” demekti de organize telefon aramaları beni caydırdı. Bunun başındaki kişiyi de gayet iyi biliyorum; canım o benim.

Ana kampa varmak üzereyken 4. tura çıkan pek çok kişiyi gördüm ve içim rahatladı biraz. O kadar da gecikmemiştim. Mesele en sonda kalmak değil asla, ekibi parkurda bekleteceğim diye üzülüyorum.

Neyse, kampa varmadan sevgilim karşıladı beni. Kendisi koşmayacak olmasına rağmen onca yolu benimle gelen, karavanda rahat etmem için elinden geleni yapan, tüm yazı benim antrenmanlarım eşliğinde geçirmeye razı olan sevgilim. İyi ki varsın sevgilim iyi ki…

Kampa girdim. 120 km bitmişti ve bakalım son 40 km’nin kollarına atacak mıydım kendimi? Çantamı çıkardım, hiçbir eksiğimi tamamlamadan ayakkabılarımı çıkartıp, kampete uzanarak ayaklarımı havaya diktim. Bir yandan da CP’deki ekiple sohbet ediyordum. Önceki seferlerde olduğu gibi yarım saat kadar dinlendim orada. İyiydim. Yola çıkmaya hazırdım. Eksiklerimi tamamladım, el sallayıp, uzaklaştım.

İki şey vardı aklımda; 1- Cut-off’a kalmadan bitirebilecek miyim? 2- Bakalım bu seferki halüsinasyon/lar ne zaman, nerede çıkacaktı karşıma? Bu kadar süre boyunca yaşanan uykusuzluk, yeterli beslendim zannetsem de vücut kimyasında oluşan bir takım eksiklikler nedeniyle halüsinasyonun kaçınılmaz olduğunu biliyordum. Eğlenceli olsun yeterdi bana.

Ve gelmeye başladılar… Önce mavi bir şey çıktı karşıma; bir bilim kurgu filmindeki karakter gibiydi de hangisiydi bilemiyorum. Geldi, gözümün önünde dönüp, duman gibi dağıldı gitti. Bu sırada 130 km’yi tamamlamış, yeni 10 km’ye başlamıştım. O süre içerisinde pek çok endüstriyel malzeme ve pek çok taşıt gördüm. Ön tarafları içeri girip çıkan tırlar, çevremde hareket eden otobüsler ve daha neler neler…

Tüm bunları görürken muhakeme yeteğenimi hiç kaybetmedim. Yönümü bulmamı sağlayan reflektörlü direkleri kafa lambamın yardımıyla seçerek ilerlerken insan kafasına sahip kimi direklerin zaman zaman hareket etmesine gülüyordum. Bazen de reflektörlü direk bir evin içinde beliriyor, bir adam direği camdan çıkartıp, bana gösterip, tekrar içeri alıyordu.

Uçsuz bucaksız Tuz Gölü’nün üzerine ne çok şey dolmuştu; evler, taşıtlar, inşaat malzemeleri vs. Gözümü kapatıp açtığımda yok oluyor, kısa bir süre sonra tekrar geliyorlardı. Sonra ev kapladı her tarafı. Her yer 1–2 katlı evlerle doluydu. Sadece sol tarafımdaki çoklu bir blok daha fazla kata sahipti.

Olanlardan en başta keyif alsam da artık 140. km’ye yaklaşırken CP’yi göremiyor olmak tadımı kaçırmaya başladı ve Serdar Göyük’ü arayıp, “N’olur bi ışık çakıver de en azından CP’nin yönünü anlayayım. O kadar çok dış uyaran var ki önümde çadırı göremiyorum.” dedim. Serdar iyi olup, olmadığımı teyit ettikten sonra bir yeşil lazer yakacağını söyledi. Lazeri gördüm ama beyaz bir binanın içinde yanıyordu :))

Neyse, ulaştım bir şekilde CP’ye ve 15 dk dinlenip, yola devam ettim.

Şu anda anlattıklarım CP1'in hemen önündeki üçgenlerde meydana geliyordu. Yeşil üçgen bitmişti 140. km’ye vardığımda ve sonra turuncuya geçtim. Evler, araçlar değişse de değişmeyen şeyler vardı. Bunlardan biri kafamı yana çevirdiğimde gördüğüm kırılmış ahşap masa ve sandalyeler, diğeri ise elim kalem tutmadığı için bir kez daha içerlememe sebep olan güzellikti.

Güzellikle tanışmamız 130. km’nin ortalarında başladı. Gökyüzündeki en parlak noktanın Jüpiter olduğunu bilmeme rağmen telefonumdaki uygulamanın da yardımıyla bunu teyit edip, kafamı tekrar gökyüzüne kaldırmamla birlikte yıldızların her zamankinden daha çok olduğunu fark ettim. Hatta o kadar çoktu ki yere değiyorlardı. Evet, bu gerçek değildi elbette. Bir şey fark ettim sonra, adeta kalamar bedenine benzeyen şeffaflığa sahip, yumuşak bir vücut gökyüzünün içinden Tuz Gölü’nün üzerindeki bir ağaca uzanıyordu. Bu bir kuşun gövdesiydi ve kafası da ağacın üzerinden aşağı, bana bakıyordu. Sonraki 25–30 km kadar da bakmaya devam etti. Halen tüm detaylarıyla aklımda o kuş ve keşke ben anlatsam da biri çizse ne güzel olur.

Neyse, turuncu üçgeni tamamladım ve artık son 10 km’yi koşmaya başlayabilirdim. Tam CP’den çıkmak üzereyken bir gönüllünün yaptığı espri neşemize neşe kattı. Gördüğüm halüsinasyonları detaylı bir şekilde anlatınca Serdar “Yolda halüsinasyonlara dikkat et.” dedi. Ben de “Sevgilim beni karşılamaya gelecek, o beni korur.” dedim ve gönüllü arkadaş patlattı espriyi “Sence, senin gerçekten de bir sevgilin var mı?”

CP’den sonraki 3. km’de sevgilim beni bekliyormuş. Varmış gerçekten de :)) Son 7 km’yi birlikte kat ettik ve bitti 160 km.

Gelelim yazının başlığına; “Kayberek kazandım…”
Koşu süresince iki şeyi kaybettiğimi düşündüm; biri -yalnız kalınca ne olacağını bilemediğim için- yol arkadaşım olacağını sandığım Özden’i, diğeri de -dinlenerek harcadığımı düşündüğüm- zaten elimde pek fazla olamayan zamanı.

Finish’e gelince anladım ki ben aslında kaybederek -kaybettiğimi zannederek- kazanmıştım. Tek başıma kalmasam asla tek başıma kaldığımda bitirip, bitiremeyeceğimi bilemeyecek, zaman kaybı olarak gördüğüm dinleme sürelerini kendime tanımasam kalçamdaki ağrının, belki de başkalarını tekrar ortaya çıkmasına neden olacaktım.

50 yaşımda 100 mil’i tamamlama hayalim gerçekleşti, hatta bir de yaş grubumda kürsüye çıktım :))

Yıl boyunca SMA Derneği adına koşmaya devam edeceğim, sizler de yanımda olursanız çok sevinirim.

Teşekkürler…
Fiziken yanımda olmamalarına rağmen yarış boyunca ülkenin ve dünyanın pek çok yerinden arayıp, mesaj atarak bana güç veren arkadaşlarıma çok teşekkür ederim. Canım Savaş Abi, son turda bırakmadıysam emeğin büyük. Ve Sevgili Ebru & Altar, Pınar B., Pınar E., Itır, Gözde, düğüne, halaya rağmen aklına düştüğüm Nursema, Fatih, Özlem & Murat, Ceyda, Didem, Tuğçe, Serkan, Arzu & Burak, Aytaç, Rabia, Olcay ve değerli büyüklerim Neşe & Nejat, Neşe, Nejla iyi ki varsınız. Ya sen sevgilim; sen olmasan olmazdı. Tüm organizasyonun başında olduğunu biliyorum. İyi ki öyleydin :))
Unuttuğum isimler varsa halüsinasyon alıp, götürmüş isminizi, kusura bakmayın!

Ve elbette Uzunetap başta olmak üzere Set Adventures ve Go Shots ekiplerine de çok ama çok teşekkürler. Hepinizi seviyorum.

Koşmaya devam…
Bana “Tamam, yaptın, başardın artık koşma.” diyen sevgili büyüklerim, bu yazıyı bu kadar uzun yazmamın sebebi, koşmanın benim için sadece koşmak anlamına gelmediğini anlatmak içindi biraz da… Ben her koşuda -uzun ya da kısa- biraz daha öğreniyor, biraz daha büyüyorum ve öğrenerek büyümeye devam etmek istiyorum.

Herkesin her seferinde heyecanla adım atacağı bir tutkunun peşinden koşması dileğiyle…

Her ne kadar bu halini sevsem de çok etaplı Runfire’ın yerinin başka olduğunu belirterek bu yazıyı tamamlamak istedim Sevgili Uzunetap. Hissediyorum ki siz de aynı fikirdesiniz. Kimbilir belki bir gün…

--

--

Kıvanç Ergun

Bugün bisikletin tepesinde, yarın ormanda çamurun içindeyim… Harekete doyamıyor, çılgınca şeyler yapmayı seviyorum.